Sahibi olduğu Renk Yapım şirketiyle uzun yıllardır medya sektörü içinde bulunan Hasan Metin, sektörün insanları reklam ve reyting etkisi ile nerelere savurduğunu, izleyicilerin nasıl paraya çevrildiğini röportajımızla anlattı.
Bugüne kadar çekilen 6000-7000 filmde neden yalnızca 23-24 konu işlendiği, televizyon kanallarının iftar programlarını nasıl reytinge kurban ettiği, çıkarcı insanların iyi niyetli medya yöneticilerini din adamlarına nasıl küstürdükleri, her defasında komikleşen sorularla dinin, saf insanların gözünde fantezi kokan bir eğlence unsuru haline nasıl geldiği ve daha da fazlası röportajımızda…
TV’lerden, medya araçlarından kafamızı neden kaldıramıyoruz, kaldırmamız gerekir mi?
Televizyonun daha önceki medya iletişim araçlarından farkı sürekli gözle iletişim kurulmasıdır. Radyoyu açtığınızda aynı zamanda farklı işler yapabilirsiniz ancak televizyon izlerken onun size verdiği mesajları odak noktası haline getirmek zorunda kalırsınız… Çoğu zaman gözünüzü ekrandan çevirdiğiniz an iletişim kopar. Televizyonun, insanın doğrudan tüm zamanını alan, bazıları için zamanını öldüren bir yönü var. Faydalı yönü var mı tartışılır ama aşırı bir zaman tüketimine sebep olduğu kesin. Bir de sosyal yönü var tabi… Ekonomik, siyasi, kültürel konuları ciddi anlamda etkiler bir pozisyonda. Öyle ki, bunun etkisi ile ülkelerde devrimler yapılabiliyor. Kafamızı kaldırmamız gerekiyor mu sorusuna verilebilecek cevap ise: EVET, KESİNLİKLE GEREKİYOR.
Sorun sadece medya mıdır, medyaya muhatap olan seyircinin de bir katkısı var mıdır?
Babam, yurtdışında çalışan biri olarak, bana Almanların planlama konusunda bize örnek olacak davranışları olduğunu söylerdi. Onlar izleyeceğimiz programın saatini belirler ve sadece o saatte televizyon açarlar. Bu konuda onları örnek göstermek ne derece uygun bilemiyorum, ancak günlerini tamamen planlı yaşadıkları ve her aktiviteleri için bir vakit aralığı belirledikleri bir gerçek. Bizde ise televizyon sabah açılır, akşam yatana kadar kapanmaz. Televizyon izleme süresi olarak dünyada çok ileri bir sıralamadayız.
Hep söylerim: Dizi sektörünün ekonomik olarak çok gelişmesinin sebebi bizim bu zaafımızın keşfedilmiş olmasıdır. Tıpkı daha önce Brezilya dizilerinde olduğu gibi… Bir zamanlar az gelişmiş ülkelerin tamamı Brezilya dizileri ile oyalanıyordu, şimdi ise birçoğu Türk toplumunun çok küçük bir azınlığının yaşadığı hayatı temsil eden dizilerle oyalanıyor. Yani gerçek olmayan ve hatta olması bile sadece hayalden ibaret olan dizilerle… Diğer gelişmekte olan ülkelerde ve Türkiye’de insanları manipüle etme, yönlendirme, ticareti ve siyaseti etkileme konusunda medyayı kullanma önemli bir yöntem olarak piyasa edindi. Bütün bu etkileri son dönemlerde açıkça görüyoruz. Tabii, bir de siyasilerin taraf fark etmeksizin televizyonları anormal şekilde kontrol etme çabası var. Son zamanlarda insanları televizyonlardan nasıl koruruz diye düşündüm ve hatta kendi kendime “keşke devlet günde belli bir saat interneti ve televizyonu kapatsa!” dedim. Çünkü insanlar ailelerine ve kendilerine hiç vakit ayırmıyor, kitap okuma oranlarımız çok düşük. Tarih dizilerinde bu çelişkiyi görmek daha kolay; diziler, tarihi gerçeklikten epeyce uzak. Evet, insanların ilgisini çekiyor, toplumu yönlendirme ve ilgi oluşturma anlamında bir etkisi var ama insanlara bir nevi gerçeklerden uzak bir tarih de telkin ediliyor. Az okuyanlar, özellikle de gençler öyle şeylerin gerçekten yaşandığını düşünebiliyor. Bu da tarihimizdeki önemli ayrıntıları, Osmanlı ve Selçuklu’nun hayran olduğumuz mehabetini öldürüyor; bir nevi tarih manipüle ediliyor. Örneğin Selçuklu Sultanı’nın Nizamülmülk’e bağırması gibi absürt hareketlerle karşılaşabiliyoruz. Ama televizyonların reyting yükseltme gibi bir zorunlulukları var ve mevcut medya için bunun yolu da buradan geçiyor.
İkinci sorumuzu da soralım öyleyse. Bu haldeki medyayı kim izliyor? Medyayı bu hale kim getirdi? Siyasiler mi, yapımcılar mı, reyting platformları mı?
Reyting ölçmenin birkaç farklı türü var. Birinde totale göre ölçülüyor ki bu tüm izleyicileri kapsayan gruptur. Bir de A/B grubu var; bu grup, insanların harcama gücüne göre, statüsüne göre belirlenmiş bir grup. ABC grubu var vs. O reytingler ölçülürken insanlar da böyle sınıflandırıyor. Bazı reklam verenler totale bakmaz mesela. Neden? Çünkü o grup o ürünün hedef kitlesine hitap etmiyor. O sadece para harcama potansiyeli olan grupla ilgileniyor, genel ölçüm onu çok bağlamıyor. Çok profesyonel bir ölçüm var bu noktada.
Reyting ölçümlerinde Türkiye’de 40 ilde yaklaşık 4400 kadar çok özel seçilmiş denek var. Sosyal sınıf, maddi durum ve benzeri kriterler göz önüne alınarak çok profesyonel olarak belirlenmiş kişiler var. Bir kişi TV’sini sürekli açık bırakıp gidiyorsa, hiç zapping yapmıyorsa o denek ölçümden çıkarılıyor. Ya da sürekli aynı kanallar izleniyor gibi bir şüphe oluşursa o kişi gruptan çıkarılıyor.
Biz dahil olabiliyor muyuz peki? Biz TV’mize bu denek cihazlarından taktırabiliyor muyuz?
Hayır, bunun çok özel kriterleri var ve buraya gönüllü olarak katılamıyorsunuz. Çünkü çok çok özel bir ayrım yapmaları gerekiyor. Düşünün ki 80 milyon insanı 4000-4400 kişiyle modellemeniz gerekiyor. Ama zaten onlar yalnızca ölçmek istedikleri şeyleri ölçüyorlar. Köydeki Ahmet Ağa’nın, Mehmet Ağa’nın izlediği reklamlar ile tüketimlerini şekillendirdiklerini düşünmüyorlar zaten. Şöyle bir gözlemim olmuştu mesela: İstanbul’daki insanların elinde hep aynı marka telefonları görmüştüm. Kendi kendime, “diğer markalar hiç satış yapamıyor mu acaba veya diğer markaları kimler alıyor?” diye sormuştum. Ama memlekete gittiğimde insanların elinde çok farklı telefonlar gördüm. Özellikle kırsal kesimde farklı marka telefonların yoğun olarak bulunduğunu gördüm. Oradakiler reklamdan çok fazla etkilenmiyor, zaten etkilense bile ona satın alma şansı yok. Çevrede de marka baskısı yok elbette. Dolayısıyla bu ölçümleri kullananlar kırsal kesimdeki kullanıcılara bakmıyorlar. Çünkü reklam, tamamen satışla alakalı. Tabii, reklamları da sınıflandırmak lazım. Bir satış bir de imaj reklamı vardır. Televizyonlarda genellikle satışa yönelik reklamlarını görürsünüz. Reklamların çok azı imaj ve bilinirlilik üzerine planlanmıştır. İnsanlar markalarını satmak üzerine bunları planlıyorlar. Bu reyting firmalarının parasını kim ödüyor? Özetle, bu reklamları verenler ödüyor diyebiliriz. Parayı onlar verdiği içinde onların istediği kriterler ölçülüyor. Dolayısıyla medyayı bu hale getirenler, reklam verenler diyebiliriz.
Sonuçta, seyretmeyi tercih ettiğiniz şey konulmuyor önünüze, daha çok parası olanların, daha çok satın alma imkânı olanların seyretmeyi tercih ettiği şeyler konuyor önünüze. İster istemez, parası olanın düdüğü ötüyor. Düdüğü öttürenin ise parası oluyor. Kapitalizmin temel kuralı işliyor: “Bir şey satıyorsa, o şey meşrudur!” Satan da alan da memnunsa, başkaca bir ahlaki normdan söz edemeyiz.
Bazen denk geliyoruz TV’den ana akım kanallarda aynı reklam aynı anda veriliyor. Hangi kanalı açarsak açalım kaçamıyoruz o reklamdan.
İşte sordunuz ya bu yayınları kimler yönlendiriyor, izleyiciler mi, yayıncılar mı diye. Bu sorunun cevabı, “reklam verenler yönlendiriyor” olacak. Televizyonlar bu baskıyı sürekli üzerlerinde hissediyorlar. Herkes aynı anda reklam yayınına başlayacak diyorlar. Dolayısıyla ondan kaçma şansınız azalıyor. Eskiden bir iki rakip firma vardı. İki akım medya grubu vardı. Onların gazeteleri de vardı. İkisi birbirinden ayrı saatlerde reklam girerlerdi. Ama şu an reklam olmazsa olmaz olduğu için artık bu ayrım hemen hemen kalmadı. Eskiden prime time yani 19-23 saatleri arasında reklamların saniye/birim fiyatları 30-40 dolarken, bugün bunun 20-25 katına çıkan fiyatları konuşuyoruz. Artık çok anormal fiyatlar ortaya çıkıyor. Günümüzde ilk reklamın ve son reklamın ücreti için bile ayrı fiyatlar ödeniyor. Mesela piyasada çok bilinen bir banka, eskiden ilk reklam olmak için hep fazladan bir miktar para öderdi. Yani hiçbir şey tesadüfî değil, her şey onlarca farklı seçenek değerlendirilerek planlı bir şekilde yapılıyor.
“Kafamızı neden kaldıramıyoruz?” diye sormuştunuz. Bütün bilimsel veriler ve algoritmalar sizin kafanızın kaldırılmaması için kullanılıyor, bundan hiç şüpheniz olmasın. Kafanızı nasıl işgal edeceğini bilenler “kafanıza göre” olanları seçiyor.
Ünlü bir pazarlamacı diyordu ki bir işe girmek için 10 liranız varsa 9’unu reklama harcamalısınız diye. Bu Amerikan kültürünün bir mottosu galiba.
Tabii, bu iş artık bu şekilde işliyor. Yahudilerin ve onlara yakın olan azınlık bir grubun yönlendirdiği bir piyasadan bahsediyoruz. Bundan şahsi olarak kaçmanızın bir yolu yok ancak devlet eliyle kaçabilirsiniz. Çünkü anormal bir sömürü var. Reklam sayesinde bir liraya üretilen ürünü 5, 10 liraya, hatta bazen çok çok daha fazlasına satıyorlar. Dikkatinizi çektiyse dolandırıcılıklar çok artınca devlet 15 dakikalık Advertorial yani doğrudan satış reklamlarına ciddi sınırlamalar getirdi. Bize müşteriler gelir, böyle reklamlar girmek isterlerdi. Böyle bir reklam verip de zarar etmemeniz için ürünün maliyet fiyatının, satış fiyatının %30’unu geçmemesi gerekiyordu. Yani satılan ürünün çok büyük bir kısmı reklam harcamalarına gidiyordu. Bazen de prime time’da reklam giriyorlar, bakıyorsunuz ki imaj reklamı. Bilinirlik için, akılda kalabilmek için yapılan bir reklam türü bu.
Dini, milli bayramlarda yapılan reklamlar bu türden öyleyse.
Evet, bu şekilde. Mesela dizi izlerken orada geçen bir ismi arama motorlarına yazın. Siz daha iki üç harfini yazdığınızda tam metni size olduğu gibi verir. O kadar çok kişi aynı anda aynı şeyi arıyor ki arama motorlarındaki algoritma sizin tam olarak neyi aradığınızı bilebiliyor.
Reklam verenlerin bu kadar müdahale etmelerini de garipsemiyorum çünkü çok anormal paralar veriyorlar bunlar için zira sektörde çok acımasız bir rekabet hükmediyor. Bu yönüyle baktığınızda hak veriyorsunuz ama sonuç olarak tüm bunlar topluma çok büyük bir zarar veriyor maalesef. İnsanlar reklamların etkisi ile kazançlarının büyük bir kısmını hiç de ihtiyacı olmayan ürünlere harcıyorlar. Dahası, reklamların varlığıyla ihtiyacı olan ürüne harcaması gerekenden fazlasını harcıyor. Bu yüzden çocuklarımızı çok dikkatli yetiştirmemiz, davranışlarımıza çok dikkat etmemiz gerekiyor.
Burada devreye medya okur-yazarlığı giriyor sanırım. Nedir bu medya okur-yazarlığı?
İşte biraz önce saydığımız medya ortamından haberdar olarak, bizi nasıl manipüle ediyorlar bunları bilmemiz medya okur-yazarlığının içine giriyor. Çocuklarımızı, ailemizi bunları dikkate alarak bilinçlendirmemiz gerekiyor. Takip ettiyseniz Avrupa’da yakın zamanda bir dava görüldü. Bir aile meşhur video yükleme sitelerinden birinde çocuklarının izlediği çizgi filmlerin yan tarafında tavsiye ettiği videolarla onları belirli markaların ürünlerine sistematik olarak yönlendirdiklerini fark ediyor. Bunu dava ettiklerinde çok büyük bir ceza ile karşı karşıya kalan meşhur video yükleme sitesi bir anda panikledi ve bir çözüm üretene kadar çocuk içeriklerini durdurdu. Daha sonra peyderpey yayına vermeye başladı. Mahkeme nasıl bir sayısal veri elde ettiyse yahut o meşhur video yükleme sitesi burada nasıl bir açık verdiğini fark ettiyse bu içerikleri durdurmak zorunda kaldı. Bu manada medya okuryazarlığı gerçekten çok önemli “Google’da hiç aratmamama rağmen karşıma arkadaşlar arasında konuştuğumuz ürünün reklamı geldi” dediğimiz şeyler pek çoğumuzun başına gelmiştir mesela. Ben telefonumu belli bir saatten sonra kapatıyorum ve eve geldiğimde telefon kullanımını azaltmaya çalışıyorum. Telefonu asla normal çalar saat olarak kullanmıyorum, düşünsenize kaçta yatıp kaçta kalktığımızı bile kontrol belirleyebiliyorlar. Bu kadar takip ediliyor olmak gerçekten rahatsız edici bir durum. Müthiş bir kontrol altındayız. Çocuklarımıza medya okuryazarlığı konusunda eğitim vermek işte bu yüzden çok önemli. Ama tabi 3-5 yaşındaki bir çocuğa bunları nasıl anlatabilirsiniz ki… Google, Youtube, Facebook vs. bunları çok küçük bir yazılımla aşmayı başarıyor. Ben şahsen devlet eliyle bunların aşılabileceğine inanıyorum. Ama siyaset alanında da çok ciddi bir baskıya maruz kalınıyor ki bu tip konularda bile birlikte düşünmek, hareket etmek mümkün olmuyor.
Ama bunun yanında bazı şeylerin aşılabileceğine de inanmıyorum. İnsan nefis sahibi ve fıtrat olarak bazı şeylere meyli var. Bu yüzden “biz de iyisini yapalım da insanlar onları izlesin, onları takip etsin” demekle bu tip şeylerin aşılabileceğine de inanmıyorum. Maalesef şu ana kadar bu tip mücadele verenler de başarılı olamadılar. Bazı siyasetçiler bu konularda çok büyük mücadeleler verdiler. Ama hemen arkasından bir “diktatör” yaftası uydurup linç edildiler. Tabii ki yaptıklarının da hiçbir manası kalmadı.
Bazen şaşırıyorum mesela TV’de bir tecavüz haberi çıkıyor sonra her yerde tecavüz haberleri çıkıyor. Bazen kadına şiddet haberi çıkarılıyor sonra her yerde aynı haberler alıp başını gidiyor. Sanki bunlar geçmişte hiç yokmuş da şimdi başlamış gibi. Bunların birbirinden bağımsız ve tesadüfen olduğunu düşünmüyorum. Sanki bir düğmeye basılıyor ve aynı haber türleri pompalanmaya başlıyor. Bu durum bir organizasyonla olmadığını düşünsek bile bir tecavüz olayının veya kadına şiddet olayının reklamı yapılıyor ve normalleşmesi sağlanıyor… Bizim temel düsturumuz kötülüğün yayılmasını engellemek olmalı, reklamını yapmak değil.
Bu manada sosyal medya platformlarına Türkiye’de temsilcilik açma zorunluluğu getiren yasa da bunun bir örneği ama ne kadar başarılı olunacak bunu ilerleyen süreçlerde göreceğiz. Netflix, Amazon, Mubi, Gain, BluTV, Exxen gibi dijital platformlar ebeveynlerden ve RTÜK’ten kaçışın bir yolu mudur?
Dizilerde reytingler son dönemlerde ciddi şekilde düşmeye başlayınca işim gereği takip ettiğim kanalların dizilerinde cinsel sahneler artış gösterdi. Hemen dönüp o dizilerin reytinglerini kontrol ettim. Reytingler düşmeye başlayınca RTÜK’ ün verdiği cezayı göze alarak cinsellik ve erotik kadın sahnelerine yer veriyorlar. Zaten reytingden kaynaklı reklam gelirlerinin artışını göz önüne aldığımızda bu ceza çok küçük kalıyor. Ama dijital medya platformları bu gibi denetimlerden uzak olduklarından daha serbest davranabiliyorlar. Bugünkü RTÜK’ün biraz muhafazakâr yönetim yaklaşımı da olmasa inanın bunlar tamamen çığırından çıkacaklar. Bunu tamamen reyting uğruna yapıyorlar.
Böyle müstehcen sahnelerle reyting artırmak TV’lerin olmazsa olmazı oldu artık. Çünkü film ve diziler reytingler sebebiyle kendini tekrar ediyor. Bir yazı okumuştum; bir araştırmacı, çekilen Türk filmlerin konularını analiz etmiş 6000-7000 filmin tamamında toplam 23-24 konu çıkmış. Düşünebiliyor musunuz her bir konu ortalama 260 defa işlenmiş.
Artık reytinglerde de insanlar garanti istedikleri için diziler de sezonlarını tamamlayamıyorlar. Senaryoda da sıkıştıkları için format denen, dünyada daha önce başka ülkelerde denenmiş tutmuş çalışmaların formatını satın alıp taklit veya uyarlama yapıyorlar ve yayınlıyorlar. Bunun karşılığında format sahibine de para ödüyorlar. Acun’un televizyonunda yaptığı yarışma programları, bazı diziler vs. bu sistem ile yapılıyor.
Eskiden Brezilya’dan dizi ihraç ederken nasıl oldu da dünyada ABD’den sonra dizi ihracında ikinci sıradayız? Bu arada yeni gördüğümüz bir haberde Diriliş’in Pakistan’da yayınlanan ilk bölümü 100 milyon izleyiciye ulaşmış.
Bu kadar dizi izlediklerine göre demek ki Pakistan’daki insanların da çok boş vakti varmış. 😊 Maalesef biz Müslümanları bu gibi şeyler üzerinden manipüle etmek çok kolay. Evet, Pakistan’da Diriliş Ertuğrul’un izlenmesi bir başarı ama bu gibi dizilerimiz vesilesiyle maalesef bunun içinde yer aldığı medya/reklam sektörüne verdiğimiz desteği de göz ardı edemeyiz. Örneğin Diriliş’in başrol oyuncusu Engin Bey’in Pakistan’da bir reklam şirketi ile anlaşma yaptığını, daha sonra o şirketin dolandırıcı çıktığını da gördük maalesef. Dolayısıyla insanları manipüle edip bu şekilde dolandırıyorlar. Evet bu dizilerin çok izlenmesi ülkemiz adına sevindirici olabilirse de Müslümanlar açısından üzücüdür.
Artık Türkiye’de sinema filmi çekerken de dizi çekerken de uyarlama yapmaya başladık. Çekim ve uygulama konusunda Türkiye belli bir mesafe kaydedildi. Sorun da buradan kaynaklanıyor. Çünkü artık reyting denen şey o kadar acımasız ve risk almadan ilerlemeye çalışıyor ki yeni isimlere, gençlere fırsat tanıyan sadece TRT var. Onun dışında kimse risk almıyor ve denenmiş, çok izlenmiş projeler haricindekileri asla yayınlamıyorlar.
Burada şunu sormakta da fayda var yeri gelmişken Müslümanların gün sonundaki Z Raporuna baktığımızda kârda mıyız zararda mıyız?
Tüm bunlara rağmen ülke olarak teknik anlamda ve senaryo anlamında belli bir seviyeyi yakaladığımızı kabul edelim. Geçmişte bunu büyük bir nüfusu olan ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki Brezilya yapardı. Bugün Brezilya’ya bakın futbol en çok yer teşkil eden gündemlerdendir. Türkiye’ye baktığımızda da benzer bir durumu görüyoruz. Bizi bu kadar dizi bombardımanına tutan medya ne kadar sağlıklı acaba? Hatta kanallarımızın çoğu zarar ettikleri halde diziler konusunda anormal bir yarış var. Bunu bir düşünmekte fayda var. Bu kadar dizi yayınlamakla ve izlemekle kendimize iyilik mi, kötülük mü yapıyoruz? Maalesef kötülük yapıyoruz.
Şunu özellikle belirtmeliyim ki televizyon dizileri gelişmekte olan toplumları oyalamanın, üretim yerine tüketime yönlendirmenin en önemli yöntemlerinden biridir. Bir dönem gelişmekte olan ülkeler arasında yıldızı parlayan ülke Brezilya idi, son dönemde ise Türkiye. Burada bir ayrıntıyı da kaçırmamak lazım, bunlar nüfusu kalabalık ülkeler, yani gelişmiş olan ülkelere ciddi rakip olacak olan ülkeler. Bu konu üzerinde derin derin düşünmeye ihtiyacımız var.
Hükümete yakınlığıyla bilinen kanallar da dahil olmak üzere, seviye çok kötü seyrediyor. Çok ahlaksız şeyler yayınlanıyor. Ve maalesef bu kanalları yöneten arkadaşlarımız da çok batılı, aşırı liberal ailelerin çocukları falan değiller. Ama işin başına geçtiklerinde demek ki böyle olması gerekiyormuş diyerek değişmeye dönüşmeye başlıyorlar. Bu çok ciddi bir kırılma noktasıdır, maalesef birçok şeyde olduğu gibi bu konuda da yanılgı içerisinde olduğumuz düşüncesindeyim.
Hangi kanalı açsak bir kaos, bir karmaşa…
Bir kanal için sokak röportajları yapan bir arkadaşım genel yayın yönetmeni ile görüşme yapmaya gittiğinde akşamki programda çıkacak kişilerle toplantı yaptıklarını şahit olmuş. Bir de bakmış ki “masaya bir su bardağı koyalım, o sana hakaret etsin, sen de ona bunu fırlat” gibi şeyler konuşuluyormuş. Akşam yapılacak tartışma programı için resmen senaryo yazıyorlarmış. Bu tip şeyler genelde skeçlerde olur. Can ciğer arkadaş olan adamlar birbirine küfürler ederler canlı yayında. Düşünebiliyor musunuz böyle bir şeyi. Ve çıkınca da yine beraber oturup kalkacaklar. Yani bu güncel programları ve hatta spor programlarını reyting uğruna yazıp çiziyorlar. Adam canlı yayında cinayeti itiraf ediyor ve polis gelip adamı götürüyor. Bunun gerçek olduğuna inanan insan sayısı gerçekten çok fazla. Böyle bir şey olabilir mi! Tabii ki olamaz, arka planda yaşananlar yazılmaya kalkılsa geleceğin senaristleri için iyi bir eğitim aracı olur. Ülkemizde “Flash TV izleyicisi” diye bir tabir oluştu. Düşük bütçeli tüketici diye bir tabir kullanılırdı reklamcılar arasında. İşte bu gibi programlarda da bu tip reklamlara itibar edecek kişilere hitap eden programlar yayınlanıyor.
Reklamın iyisi-kötüsü olmaz diye de bir tabir vardır. Eskiden çok kötü bir reklam görmüştüm ve içimden “bu ne kötü bir reklam filmi” diye geçirmiştim. Ama sonradan öğrendim ki o reklam çok kötü olmasına rağmen ve firma da bunu fark etmesine rağmen markanın bilinirliğini o kadar artırmış ki bir ay planladıkları reklamı altı ay yayınlattırmışlardı. Bugün sabah kuşağı programları da öyleler. Her gün bir nevi zinanın, fuhşun, tecavüzün reklamları yapılıyor. Dikkatimi çekmişti, bir kişi kimyasal bir ürünle kendisini ve ailesini öldürdü. Televizyonlar bunun günlerce reklamını yaptı, hatta çok acısız bir ölüm şekli gibi yayınlar yapıldı. Ben buna herkes karşı çıkar diye düşünmüştüm ama hiç kimseden ses çıkmadı. Bunları izleyince hayrete düşmüştüm. Ne yazık ki sonra aynı yöntemle başka insanlar da yaşamlarına son verdi. Reyting uğruna bu tür şeylerin reklamının yapılması çok garip. O ailenin ölüm sebebini ve şeklini tüm Türkiye’nin bilmesinin kime ne faydası oldu? Haber olması gereken şey ailenin neden böyle bir şeye kalkışmış olmasıydı, ne ile intihar ettiği değil. Yayın kuruluşlarının bu tür şeylerle ilgili belirli ilkelerinin olması lazım.
Medyadaki yayınlarda bulunan bu kısır döngüyü kırmak mümkün müdür?
Reytinglere bu kadar angaje olmuş bu kanallar ile bunu kırmak pek mümkün değil. Zaten kanalların çoğu da zarar ederken reklam ve reyting batağından çıkmaları da pek mümkün değil. AK Parti iktidarının ilk zamanlarında kanallar bir müddet kâr etmişlerdi. Onun dışında genellikle zarar ediyorlar.
Bir zamanlar Aydın Doğan’ın sahip olduğu kazancın %95’ini Petrol Ofisinden sağlarken oradan kazandığı kazancın %95’ni de kanallarına aktardığını duymuştuk.
Evet, doğrudur şaşırmam. Zira o şirkete de zaten medyadaki gücü sayesinde sahip oldu. Kanalların çoğu böyledir. Sen beni seçimde desteklersen ben de sana bazı fırsatlar sunarım diyerek propaganda aracı haline gelirler. Sadece İstanbul Büyükşehir Belediyesinin el değiştirmesi bile bazı kanallarda erozyona sebep oldu. Oradan gelen reklam paralarının kesilmesi sonucu pek çok kişi kanallarında, medya şirketlerinde işlerinden oldular. Gerçekten bu kısır döngünün içinde kendimizi kaybettik., Şimdi benzer durum diğer medya kuruluşlarında gerçekleşiyor. Ders alıp bağımsız ve doğrular peşinde koşan bir medyayı oluşturmamız lazım. Bu durumdan ancak böyle kurtulabiliriz. Doğruyu herkes görüyor, aklın yolu bir. Ama doğru şeyler yapabilmek için önce kendimizin doğru yoldan gitmesi gerekiyor. Doğru yoldan gitmek için ise önce cesaret gerekiyor.
Eskiden herkes iftar ve sahur programı yapardı. Yayıncılık için ölü saatler olan Sahur programları devam etmekle beraber iftar programları hükümete yakın kanallarda bile artık yok. TRT’de alışık olduğumuz türden iftar programı yoktu bu yıl. Bu çok acı çok düşündürücü. Var olan bir Kur’an-ı Kerim yarışması programını o saate kaydırdılar ve iftar programını kaldırdılar. Topu Diyanet TV’ye atarak bu alandan çekildiler. Ve bunu reyting uğruna yaptılar. Bu çok acı bir durum. Yarın farklı görüşe sahip bir yönetici gelip iftar saatlerinde kanalın reyting yapacağı başka yayınlara yöneldiğinde bu yayını kaldıran arkadaşlarımız geriye dönüp verilen bu ilk tavizi vicdan azabı ile hatırlayacaklardır diye düşünüyorum. Bu konuda yanılıyor olabilmeyi çok istiyorum. Çünkü herkesin ulaşabilmesi açısından çok önemli bir kanal TRT. Tüm uydularda birinci sırada çıkan ve her evde ulaşımı çok kolay olan bir kanal olma özelliğine sahip. Diyanet TV ise maalesef Anadolu’daki birçok evde varlığından bile haberdar olunmayan bir kanal. D Smart’ta 104, Tivibuda 49, Digitürk’te 68, devlet platformu sayılabilecek Kablo TV ise de 555’ci kanalda ve çok üzücü ki Kablo TV’de HD yayınına bile yer verilmiyor. Yayıncı tabiri ile çamur gibi bir görüntü kalitesi ile izliyorsunuz. Mesela ilk dini dizilerden sayabileceğimiz Yunus Emre’yi ben hiç izleyemedim çünkü yayını teravih vaktine denk geliyordu. Biz insanları teravihe gitmeye mi teşvik etmemiz lazım yoksa teravihe gitmemeye mi? Biz hala Müslümanların gün sonundaki kâr-zararını konuşuyoruz. Şimdi bu durumda biz kâr mı ettik, zarar mı?
Tabi şunu da özellikle belirtmek isterim ki yönetmek çok zor bir iştir. Biz bazen yöneticileri çok kolay eleştirebiliyoruz ama onların konumuna geldiğimizde aynı onun gibi veya daha kötü davranabiliyoruz. Yönetici olduğunuzda ortam sizi değiştiriyor. Sağlamanız gereken dengeler, ulaşmanız gereken hedefler oluyor. Yönetici arkadaşlarla görüştüğümüzde sizi çeşitli nedenlerle dikkate almıyor veya alamıyorlar. Çünkü daha önce onlara samimi yaklaşarak, yanlışa yönlendiren insanların sayısı azımsanamayacak kadar fazla. Bu sektörde bazı yöneticiler arkası boş işler ile kandırıldığı için zamanla insanlara itimat etmez olabiliyorlar.
Medya sektöründe de muhafazakâr kesimin yetiştirdiği insan sayısı çok çok az. Var olanlarda da yeniler ve dolayısı ile tecrübe eksiklikleri var. Bu da ilk başlarda her söylenene inanmalarına sebep oluyor. Zamanla doğruyu öğreniyorlar ama şu ana kadar edinilen tecrübelerin hemen hemen hepsi yaşanılarak elde edilmiş şeyler. Hal böyle olunca da niyetler samimi olmasına rağmen doğruya ulaşmak çok zaman alıyor. Her zaman önerim camia içinden ve dışından bir istişare grubu oluşturup her şey üzerinde istişare ederek hareket etmek. Ama bu da çok hızlı hareket edilmesi gerekilen bir sektör olduğu için çok zaman kaybına neden olabiliyor. Kısaca tecrübeli insanların camianızdan olmaması ve kaçınılmaz ihtiyaç olan onların deneyimlerinden faydalanma ihtiyacı bazen yöneticileri öyle etkiliyor ki arkadaşların başka bir seçeneği kalmıyor. Bu durum sıkça tekrar edince artık yönetici arkadaşımız “şu dindar insanlar, bizden uzak dursunlar” der hale geliyor.
Medyaya çıkan hocalarımız için de aynı şey geçerli. Bu hocalarımız da ortama girdikten bir süre sonra çok hızlı değişime uğruyorlar. Dinin bilgiyi hızla bir magazinsel şova dönüştürüyorlar. Saf ve duru bilgi yerine, sürekli dallanıp budaklanan, her defasında komikleşen sorularla hocanın üzerinde yürüdüğü bant hızlanıyor. Din, saf insanların gözünde biraz fantezi kokan bir eğlence unsuru haline geliyor. Bir süre sonra, hoca, hiç aklında olmadığı halde, ayağının altında giderek hızlanan bu banda göre koşmaya başlıyor, “düşmek”ten ölesiye korkutuluyor.
Eğri yoldan giderek doğru yola ulaşamazsın. Kanallardaki ahlaki ortam öylesine düşük ki oraya giren Müslümanlar, çok eğitimli bile olsa hemen çizgi değiştiriyorlar ve daha önce başkasını eleştirdiği duruma kendileri düşüyorlar. Medyada bilinirliliği yüksek olan bir profesörün arkadaş ortamında maalesef televizyon ekranı bizi çizgimizden oldukça uzaklaştırdı dediğini duymuştum. Bu geldiğimiz nokta açısından çok üzücü bir durum. Peki, o kanallarda Müslümanlar olmasın mı, elbette olsunlar ama konu medya olduğunda bu durum bizi bir açmaza sürüklüyor maalesef… Bu konuda asgari sınırları zorlamamak lazım diye düşünüyorum…
Televizyonlarda çok sık çıkan birinin program başı için ücret konuşurken şu fiyatı verirseniz program yaparım, ama fiyat şu olursa insanları salya sümük ağlatırım dediğini duymak biz Müslümanları incitiyor. Ağlamak, insanın en sahici halidir. Din de insanın muhatap olduğu en saf hakikattir. Saf hakikat adına en sahici hali manipülasyona dönüştürmekten daha büyük cinayet bilmiyorum. Dini konularda söz konusu şey medya olunca biraz değil aşırı derecede dikkatli davranmak gerekiyor.