“İttifak ettiğimiz hususlarda birlikte hareket edelim, ihtilafa düştüğümüz hususlarda birbirimizi mazur görelim.” Bu söz İhvan-ı Müslimin’in kurucusu, şehid Hasan el-Benna tarafından yarım asırdan fazla bir süre önce söylendi ve üzerinden on yıllar geçmesine rağmen, çağlara hitap eden bir metot olarak akıllara kazındı. Bu metot, aslında, İslam tarihi boyunca bölünmelere ve tefrikalara yol açan bir tahammülsüzlüğü, önümüzde set gibi duran bir engel olmaktan çıkarmaya yönelikti. Doğruluğu konusunda kimsenin şüphesi yoktu, peki ya sahipleneni var mıydı? Bunu Müslümanca bir metot olarak, söylemlerinin ve faaliyetlerinin merkezine koyan kaç kişi oldu? Kaç kişi birlik ve beraberliğin, ekmek ve su gibi bir ihtiyaç olduğu dönemlerde egosunu bir kenara bırakıp gerçek sorunlar üzerine eğilmeyi tercih etti? Benim dışarıdan gözlemim, bu kişilerin bir elin parmaklarını geçmediği yönünde.

Türkiye’de askeri vesayetin güç kaybetmesinin ardından, kamuda başörtüsü serbestisinin 2011-2013 yılları arasında geldiğini düşünürsek yaklaşık olarak bu yıllardan itibaren, Müslümanlar üzerindeki baskıların yavaş yavaş kalktığını söylemek mümkün. Her ne kadar anayasa ile korunan “değerlerin” koruma statüsü hiçbir zaman rafa kalkmamış, onların hegemonyası her daim gündemlerimizin en merkezi noktasında konumlanmış olsa da bu dönemden itibaren hissedilir bir şekilde rahatlama yaşandığını hepimiz oldukça iyi biliyoruz. Üstelik bu süreç hükumet ile fethullahçıların arasının da açıldığı bir dönem olduğu için, dini vakıf, dernek ve cemaatlerin de hükumet desteği ile çok daha rahat bir hareket alanı bulabildiği bir dönem oldu. Konferans salonu isteyenlere konferans salonları, kamp alanı isteyenlere kamp alanları tahsis edildi. Gözlerimle görmediğim için net bir ifade kullanamam fakat muhtemelen pek çok oluşuma maddi destekler de sağlandı. Cumhuriyet tarihi boyunca görülmemiş bir “tebliğ serbestisi” ve hatta teşviği idi bu. Peki arkamıza dönüp baktığımızda, o günlerden bugüne, 7-8 senede neler yapıldığını, toplumsal olarak nelerin olumlu yönde değiştiğini görebiliyoruz?
KONDA’nın 2018 yılında yayınlamış olduğu bir anket, 2008-2018 yılları arasında, 15-29 yaş aralığındaki gençlerin hayat şekillerindeki dönüşümü ortaya koyuyor. Bu ankete göre kendini “dindar” olarak niteleyen genç sayısı 10 yılda %28’den %15’e geriledi. Düzenli oruç tutanların oranı %74’ten 58’e, “düzenli namaz kılarım” diyenlerin oranı %27’den %24’e indi. MAK Araştırma’nın 2017’de yaptığı bir ankete göre ise Türkiye geneli namaz kılma oranı %22, arada kılan Cuma ve bayram namazlarını kaçırmayan kişi oranı %24. Düzenli namaz kılma oranlarını %35’in üstünde gösteren anketler de var fakat bunun, hayatın olağan akışı içerisinde, pek doğrulanabilir bir oran olduğu kanaatinde değilim. Benden bir tahmin yapmamı isteseler Türkiye geneli düzenli namaz kılma oranının %15-20 arası olduğunu söylerdim.

Peki neden iyiye gitmiyoruz, suçlu kim? İktidar mı, medya mı, internet mi, eğitim sistemi mi, toplumsal din algısı mı, yoksa bu durumdan şikayetçi olan hocaların bizatihi kendileri mi? Sosyolojik meselelere yalnızca tek bir açıdan bakmak bizi hiçbir zaman doğru tespitlere ulaştırmayacağı için, bütün bu sayılan etkenlerin bu kötüye gidişte az veya çok pay sahibi olduğunu söylemek gerek. Fakat bu durumdan şikayetçi olan pek kıymetli hocalarımızın, eylem ve söylemleriyle, toplumun din ile arasına mesafe koymasına neden olan etkenlerden biri olması anlaşılabilir bir durum değil. Garip bir şekilde, dinin devletin hegemonyasından kurtulması, hocalarımızın yürüttüğü tebliğ faaliyetlerini daha etkili, daha nitelikli, daha geniş kitlelere hitap eder bir hale getirmedi. Hocalarımız, toplumsal çürümüşlükten sürekli dem vurdu, ama bu çürümüşlüğün önüne geçmek için mücadele etmeyi, birbirleri ile didişmekten daha önemli görmedi. Televizyonlardaki dini program sayısı, dini tartışma sayısı arttı fakat dinin medyadaki görünümü kitlesel hidayetlere değil, kitlesel bölünmelere yol açtı. Tartışmalardaki tansiyonlar yükseldi, seviyeler azaldı. İlim meclislerinde tartışılması, avama hiçbir şekilde intikal ettirilmemesi gereken ve gündelik hayatta hiçbir karşılığı olmayan meseleler, en önemli gündem maddeleriymiş gibi ısıtılıp ısıtılıp yeniden gündeme getirildi. Başta ateistlerle televizyonlarda yaptıkları tartışmalarla sempati kazanan akademi tandanslı hocalar, oradaki reytingi tamamen tükettikten sonra, yeni malzemeyi diğer hocalara saldırmakta buldu. Medreselerde talebe yetiştirme iddiası ile yola çıkan hocalar, onlara cevap vermeye dünden razı olarak televizyonlara düştü. İnsanlar modernistler ile gelenekçiler arasındaki tartışmaları ellerine çekirdeklerini alarak, futbol müsabakası izler gibi seyretmeye başladı. Dini konularda konuşma özgürlüğü hocaları fenomen, destekçilerini “fanatik falancacı” hale getirdi. Kısa sürede bu fanatizm ortamı, kitlesel tebliğ, kuşatıcı söylem iddiasıyla ortaya çıkan hocaları; bir cemaat, medrese, vakıf ya da dernek etrafında toplanmış, tek tip bir kalabalığın içerisine hapsetti. Söylemler etkisini ve samimiyetini kaybetti, toplumsal meselelere getirilen sığ yaklaşımlar insanları -bilhassa gençleri- çileden çıkardı, birkaç sene önce model olması, kitlesel hidayet vesilesi olması beklenen hocalar söz öbekleri ile alay edilen ve sözlerine, çevrelerine toplanan fanatik kitle dışında itibar edilmeyen insanlar haline geldi. Bütün bunlar “kutlu dava”, “din müdafaası”, “hak mücadelesi” olarak yapıldı ve fakat günün sonunda elde öfkeli kalabalıklardan başka bir şey kalmadı.

Açıp az buçuk kitap okuyan herhangi biri, yapılan tartışmaların İslam tarihi boyunca pek çok kez yapılmış ve kitleler için pek de bir anlam ifade etmeyen tartışmalar olduğunu bilir. Herkesin kendi davasını kutsadığı bu linç ortamında, şuna yahut buna taraf olmaksızın, Kur’an ve Sünnet ışığında bir hayat yaşamaya talip olan Müslümanların sayısı gün geçtikçe azalıyor. Toplumsal anlamda dine karşı artan mesafeyi ve “gençlerin deist olmasını” dert ettiğini iddia edenlerin, aslında bunu, kitlelerini diri tutmak için “slogan” olarak kullandıklarına dair verdikleri izlenim her geçen gün daha da net bir hal alıyor. Bugünün gençlerine dönüp baktığımızda, on kişiden kaç tanesi Fatiha dışında sure, Subhaneke dışında dua bilir? Sokağa çıkıp guslün farzlarını soracağınız on gençten kaç tanesi bu sorunun cevabını verebilir? Gusül abdestinin farzlarını bilmeyen hatta gusül abdestinin ne olduğunu bile bilmeyen bir kitleye din adına anlatılan şey tam olarak ne? Toplumsal çürüme gerçekten dert ediliyor mu? Kul hakkı bilincinin zayıflaması, şiddetin artması, küfrün hayatın bir parçası haline gelmesi, alkolden uyuşturucuya, kumardan porno bağımlılığına her türlü kötü alışkanlığın yaygınlık kazanması, gençlerin namaz kılmaması, oruç tutmaması, zina etmesi normallerimiz haline geliyorsa ve bütün bunlar birincil gündemlerimiz değilse, din adına biz neyin mücadelesini veriyoruz? Bunlar gerçekten önemseniyorsa, toplumun zaten dinle haşır neşir olan fertlerinden fikirlerine fanatik kazandırmaktan başka işe yaramayacak, toplumun dini ve ahlaki çözülmelerine hiçbir şekilde merhem olmayacak bu gündemler neden?
Bu sorulara verecek gerçek cevapları olanlar bana lütfen cevap versin. Fakat lütfen bu cevaplar “ama onlar da” ile başlamasın, “ben” ile yahut “biz” ile başlasın. Birilerini suçlayarak, kimse kendi kabahatini örtmesin. Bugün toplum bu halde ise herkes “takkesini” önüne koyup uzun uzun, biz ne yapıyoruz diye düşünsün.
Bütün bu fanatizm ortamından, sığ tartışmalardan, kavga ve gürültüden kendini sıyırıp ilmi çalışmalarına ve tebliğ faaliyetlerine devam eden hocalarımız tabii ki bütün bu söylenenlerden münezzeh. Onların kimler olduğunu üç aşağı beş yukarı hepimiz biliyoruz. Allah onlardan razı olsun, ömürlerine bereket versin. Allah bizlere de o hocalarımız gibi suni gündemlerden uzaklaşıp Müslümanların gerçek sorunlarına merhem olma kuvvet ve iradesini nasip etsin. Birilerinin fanatik neferleri değil, Allah’ın dert sahibi kulları olalım. İttifak ettiğimiz hususlarda birlikte hareket edelim, ihtilafa düştüğümüz hususlarda birbirimizi mazur görelim, tıpkı Hasan el-Benna’nın söylediği gibi.

Bu gidişat tan gerçek iman sahibi olanların memnun olduğunu asla düşünmüyorum inanç iman ve takva bize göre ailede başlar anne bu konuda evladına doyurucu bir eğitim vermelidir severek yapılmalıdır insanlığın başına polis dikemeyiz ne para yeter ne tahammül insanların kendini yaradanına onun aklında olmayan ama bahsedilen nimetlere şükretmek ve bu dünyada gördükleri sevdiklerinin gidişinin kendisininde fani olduğunun ama giderken onu yaradanın kuldan yapması gereken bu dünya ve ahirette bahtiyar olacağı görevlerini donanımlı anneler öğretir ve öyle bir kuruma çocuklarını teslim ederler ki o kurum çocuğu ikilem içinde bırakır çocuklar ebeveynlerine siz bunu bana böyle anlamadınız dediğinde yine inanca pıranga vurulmuş bir toplumda yaşadığımız için çocuğumuza Allah cc böyle emrediyor ama onun toplumda bir yer edinebilmesi içinde oradaki eğitimi alması gerekir burada eğer bir suçlu arıyorsak önce kanunla korunanları bu milleti sefalete sürükleyenleri sonra hocaları dünyalık için çok çalıştılar hiç fakir hoca görmedim hâlbuki ne güzel hizmetler verebilirdiler ikinci insanımızın saf herkesi kendi gibi bilmesi karşısındaki insan kimdir nedir bunu bana söyledi ama benim inancımda bunun yeri nedirlerimizin olmaması sorgulamadık ama bir ayıp gördüğümüzde önce biz düştük peşine medya bunu aşıladı bize gözümüzün içine soktuğu patlattığı kimdir nedir zerre kötülüğü konduramadıgımız filimlerden aşık olduğumuz kimliklerini inançlarını bilmediğimiz bizden olmayan bizdenmiş gibi görünenler,e gösterdiğimiz şefkat ve merhameti bizim olana göstermemiz suçlu arıyorsak bizim donanımsızlığımız ve bizi bu duruma düşüren bir zamanlar açlıktan sokaklara düşen senarist ve aktrislerimiz bu oyun yüz yıllar önceden kuruldu oynandı artık uyanalım insanlar bu kadar doğrucu ve saf olmayalım hedefi olmayan bir millet olduk anneyi kaybedince anneyi olması gereken yerden sokaklara salınca kırılmalar başladı dinamit şu anda ki neslin dibine kondu patladı ey Rabbimiz bu ümmete zeval verme senin üvey kulun yok hidayet ver ve istikamet ehli sünnet üzere